31 Ağustos 2013 Cumartesi

30 Ağustos 2013 Cuma

Bir deniz, kum, güneş hikayesi... (Kim olacağınıza karar verin!)

Tatilde olduğunuz hayal edin. Bir plajdasınız. Plajda olan insanları hayal edin şimdi de.

İnsanların çoğu doğal olarak mayolu. Şezlonglara uzanmış güneşlenenler, voleybol ve frizbi oynayanlar, kumdan kale yapanlar, soğuk içkilerini yudumlayanlar, portatif sandalyelerinde, şemsiyenin altında oturup tavla oynayanlar, kitap okuyanlar, uyuyup kaldığı için vücudu güneşin altında haddinden fazla yananlar, kendini kumun içine gömenler...

Bir plajda rastlayabileceğiniz sıradan insanlardır hepsi de. Arada tüm bunları boş vermiş, sadece para kazanmaya çalışan seyyar satıcıları da görürsünüz.

İlginç bir şekilde bu ortama uymayan, sırıtan bir kaç tipe rastlarsınız. Bu insanlar, mayo yerine günlük kıyafetleriyle oturmaktadırlar. Hatta bazısının sanki kutuptaymışcasına üstünde kalın kıyafetleri vardır. Bir yandan da söylenirler;

-Hava neden bu kadar sıcak? Lanet olsun, terliyorum! Şu güneş niye tepede!

Belki biraz sonra üstlerini değiştirip mayolarını giyeceklerini düşünüyorsunuz. Ama hayır! Giymiyorlar. Öylece oturuyorlar. Sanki onlar için burası plaj değil. Denizin, kumun farkında değiller.

Biraz daha bakındıktan sonra sizi daha da şaşırtan bir şeye rastlarsınız. Burası bir plaj ve deniz olmasına rağmen çok az insan denize girmektedir.

Birkaçı, tam kıyıda oturmuş sadece ayak bileklerine kadar suya girebilmiştir. Kollarını bedenine sarmış halinden denize girmeye çekindiğini, korktuğunu anlarsınız. Biraz ötede yavaş yavaş suyun içinde ilerleyenleri görürsünüz. Bunlar da, garanti olsun diye ayaklarının dediği yere kadar ilerleyebilmişlerdir. Sadece 5-6 kişi yüzmektedir. Bunların içinde de 2 si iyi yüzücüdür!

Yüksek kulübesinde oturan cankurtaran ise -sadece denizdekileri değil, sanki yüzmeyenleri de uyarır gibi-

-Çok fazla açılmayın. Akıntı var, boğulursunuz! diye seslenmektedir.

Plajda bulunanlardan bazıları denizdekilere bir şeyler söylemektedirler.

-Hey, kollarını-ayaklarını şöyle çırpmalısın! (amatör yüzücülere)
-Ne korkuyorsun! ilerlesene yahu. Boğulmazsın merak etme. (kıyıda bulunanlara)
-Yüzmeyeceksin madem, niye denize girdin! (garanticilere)
-Normal ben de yüzerim, biraz da sırtüstü yüz bakalım! (iyi yüzücülere)

Yüzenlerden birisi dayanamayıp bağırır:

-Çok biliyorsan gel kendin yüz!

Plajdakilerden birisi:

-Biliyorum ama şimdi canım istemiyor!

Tüm bu olan-biteni gözlemlerken aniden derinden birisi çıkar. Kolunu zafer kazanmış bir edayla yukarı doğru kaldırır. Büyük bir sevinç ve heyecanla bağırır;

-İşte, sonunda buldum. Başardım!

Dikkatli baktığınızda adamın elindeki parlayan şeyin bir 'İnci' olduğunu fark edersiniz.

İnci, sadece derinlerde, denizin dibinde olur. Ve oraya çok az kişi inme cesareti gösterebilir!

Hayal ettiğiniz bu sahne, aslında hayat sahnesidir. Bu plajdaki herkes, aslında gerçektir. Yapmamız gereken şey kim olacağımıza karar vermektir. Bu insanlardan birisi olabiliriz.

İster plajda pardösü ile oturup şikayet edin. İster derinlere inip kendi hazinenizi kendiniz çıkarın. Karar sizin!


25 Ağustos 2013 Pazar

20 Ağustos 2013 Salı

5 aşama...

İbn-i Haldun'a* göre her devletin 120-130 yıllık bir ömrü vardır ve kuruluştan yıkılışa kadar 5 aşamadan geçerler. Bu 5 aşamayı, devleti yöneten siyasi otoritenin davranışları üzerinden anlatır. Bu aşamalar şunlardır:

Kuruluş Devresi: Her türlü karşı koymanın bastırıldığı, daha önce onu elinde tutan hanedandan zorla alınması devresidir. Ele geçiren grupta canlılık ve etkinlik en üst düzeydedir. Henüz geleneksel alışkanlıklarını yitirmemiş, mütevazi ve kanaatkardır. Siyasi lider henüz kendisini vatandaşlarından ayrı tutmaz.

Otorite Devresi: İktidarı elinde tutan lider kendi grubu üzerinde otoritesini tesis eder, mülkü ve nimetlerini kendisi için istemeye başlar. Grupta rakip olacak ileri gelenler yönetimden uzaklaştırılır, kendine bağlı itaatkar kişiler yönetime gelir.

Rahatlık Devresi: İktidarın meyveleri toplanır, servet genişletilir, şan ve şöhret ön plana geçer, kendini ölümsüzleştirecek eserler meydana getirilir. Siyasi liderin hem kendi grubunu hem de diğer grupları tam egemenlik altına aldığı dönemdir. Güçlü ordu, iyi çalışan sivil bürokrasi ve düzenli toplanan vergiler vardır.

Taklit Devresi: Siyasi iktidar, atalarının bıraktıklarını yeterli görmeye başlar. En doğru yolun kendisine miras bırakılan yolu takip etmek olduğuna inanır. Taklitçilik ve gelenekçilik, yenileşmenin önünü tıkar.

Savurganlık Devresi: Siyasi iktidar, atalarından kalan mirası arzu ve hevesine göre israf etmeye ve savurganlık yapmaya başlar. Devlet yönetimine ehliyetsiz kişiler geçirilir. Devletin çözülme ve yıkılma süreci başlar. Ordusunu, memurunu besleyemez ve giderlerini karşılayamaz hale gelir ve yıkılır.

*İbn-i Haldun: (1332-1406) İslam Bilgini, Sosyolog ve Tarihçi
Kaynak: felsefe.nl

19 Ağustos 2013 Pazartesi

15 Ağustos 2013 Perşembe

İnsan bilmediği şeyin düşmanıdır!

Farklı düşüncelerle karşılaştığımız zaman beyinde açığa çıkan kimyasallar ile, tehlikeli durumlardan kurtulmak için salgılanan kimyasallar aynıymış!
Bu demek oluyor ki ormanda vahşi bir Ayı ile karşılaştığımızda ne hissediyorsak, bize farklı-yabancı gelen düşünceler için de aynısını hissediyoruz.

Yani; şaşırıyoruz, direnç gösteriyoruz ya da kaçıyoruz. Ama özünde tek bir his var; o da 'Korku'

En basit yolla, savunmaya bile geçtiğimizde, beynin ilkel kısmı, mantıklı düşünce ile çatışır. Beynin bu kısmını kapatır! Beyin duyduğu fikri algılamakta ve anlamakta zorlanır. Bu da bizi 'dar kafalı ve'sınırlı bilince sahip' bir kişi haline getirir.

İnsan kendi düşüncesi dışında bir düşünce ile karşılaştığı zaman tepki verir. Kötüsü, karşılaştığımız akla uygun, faydalı ya da zararsız bile olsa bunu tehdit olarak algılar.

Bu yüzden, sınırlı bilince sahip insan reddeder, saçma bulur. Kendi çıkarına uymuyorsa sizle tartışır, hatta size zarar vermeye bile çalışabilir.

Çözüm basit;

Birincisi, duyduğunuz fikre karşı yargısız olabilmek.
İkincisi, araştırmak ve öğrenmek (çünkü insan bilmediği şeyden korkar!)
Üçüncüsü, korkunun kaynağına inmek ve korkuyu temizlemektir.

Bunu yaptığınız vakit, sadece fikirlere karşı değil, hayata karşı da özgür hale gelirsiniz.


14 Ağustos 2013 Çarşamba

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Geçmiş, şimdi ve gelecek.

Üzüntü ve pişmanlık varsa 'geçmiş' de yaşıyorsunuz demektir. Adı üstünde geçmiş... orada bırakın ve ders alın!

Kaygı varsa 'gelecek' desiniz. Gelecek henüz yaşanmadı. Beklentiye girmeyin, kaygıyı terk edin!

Şimdi, tam burada, 'An' da olun. Tüm benliğiniz ve enerjinizle. Ancak bu şekilde tohumları ekerek mutlu bir gelecek yaratabilirsiniz!

Haftanın Karikatürü :)


Baktığınız ne? Ay mı, yansıma mı?

Adamın biri güzel, mehtaplı bir gecede bir suyun başına oturmuş, Ay'ın sudaki yansımasına bakarak hayranlıkla izliyormuş. O sırada oradan geçmekte olan bir sufi, adama sormuş

-Ne yaparsın?

Adam cevap vermiş Ay'a bakıyorum.

Sufi, adamın ensesine patlatmış ve demiş

-A be ahmak, kendini bilmez, kafanı kaldır artık, yukarı bak!

Çoğumuzun hayata bakışını özetleyen bir hikaye. Dar bir açıyla olaylara bakıyoruz. Sorunları görmezden geliyoruz. Ya da sorunlar karşısında ürettiğimiz çözümler işe yaramıyor. Çünkü  öz'e inemediğimiz için doğru teşhis koyamıyoruz. Sürekli bir kısır döngü içerisinde sınırlı hayat sürüyoruz. Gördüğümüz yansımayı  gerçek  zannediyoruz. Çok az insan ise yukarı bakıyor.

Kafasını kaldırıp Ay'a bakanlara selam olsun...

Kınadığınız şey...

''Kınadığınız şey başınıza gelmeden ölmezsiniz''

Bu sözü çok severim. (Hz. Muhammed'in söylediği rivayet edilir.) Sevmekten ziyade kınamamak, artık hayatımda uygulamaya çalıştığım temel şeylerden birisi haline geldi. Hepimiz bilinçli ya da bilinçsiz, bir şeyleri, birilerini -en yumuşak ifadeyle- kınarız. Acımasızca eleştiririz, dedikodusunu yaparız. Bir de saatlerce konuşup ''aman şimdi dedikodusunu yapmış gibi olmayalım'' deriz. Olay da bununla bitti zannederiz. Ama bitmez. Her hareket bir sonucu doğurur.

Bu gibi sözlerin öylesine, sadece basit bir öğüt olduğunu düşünürüz. Bu söz bir evren yasasını ifade eder aslında. Karşınızdaki insanı ne ile eleştirir, kınarsanız o size geri döner. Çünkü tekamülünüz  için bunu yaşamanız, o insanın bulunduğu durumu deneyimlemeniz gerekir. Evren size ''Madem sen falanca kişiyi falanca sebepten eleştiriyor, kınıyorsun, bir de sen bunu yaşa da seni görelim'' der.

Aksini düşünüyorsanız deneyin! Ya da geriye dönüp bir bakın, kınadığınız şeylerin başınıza gelip gelmediğini bir düşünün.

Bu yüzden, yaptıklarınız farkına varın. Bu gibi bir çok derin mana içeren, sadece hayat dersi vermeyen, sizi sınava tabi tutan, sorumluluk almanızı ve sonucuna katlanmanızı gerektiren sözler ve içlerinde yatan evren yasaları mevcuttur.

Maymun Tuzağı


Bir belgeselde izlemiştim. Hindistan'daki maymunları anlatan bir belgeseldi. Biliyorsunuz, Hindistan da maymunlar bir çok hayvan gibi kutsal kabul edilirler ve zorda kalınmadığı müddetçe kendilerine müdahale edilmezler.

Maymunlar sadece ormanlarda yaşamıyorlar. Şehirler bir çok maymun türüne de ev sahipliği yapıyor. Kendilerine verilen bu imtiyazı sonuna kadar kullanan maymun çeteleri, yapıları gereği şehirde beslenmek için her türlü yola başvururlar. Çalmak bunun başında gelir. Evlerin mutfaklarından tutunda sokaktaki seyyar satıcı tezgahları hep onların yiyecek sahalarıdır.

Hintliler için zor bir durum tabiki. Kutsal kabul ettiğiniz için yapabileceğiniz tek şey onları yiyeceklerden uzak tutmak. Bunun dışında geliştirilen diğer bir yöntem ise maymunları yakalayarak şehirden atmak. Ama bu da kısa vadeli bir çözüm. Çünkü maymunlar bir şekilde şehre geri dönüyorlar.

Hintliler maymunları yakalamak için çeşitli tuzaklar kuruyorlar. Zeki hayvanlar olan maymunlar tuzaklara bir kere yakalandıktan sonra geliştirdikleri  kolektif bilinç  sayesinde aynı tuzağa iki kere düşmemeyi başarabiliyorlar. Ancak öyle bir yöntem var ki maymunlar sürekli aynı tuzağa düşüyorlar.

Tuzak şöyle bir testinin içerisine ağzından ancak girebilecek büyüklükte bir meyve bırakıyorlar. Meyveyi almak isteyen maymun testiden içeri elini sokuyor meyveyi avucuna alıyor ama meyveyle birlikte büyüyen eli testinin ağzından geçmiyor.

Bunu neresi tuzak diyeceksiniz. İşin ilginci şu maymun meyveyi bırakmaktan vazgeçmediği için kendi kendini tuzağa hapsediyor. Oysa meyveyi bıraksa kurtulacak!

Yakın zamanda ise bu duruma  Konfüçyus'ün bir hikayesinde rastladım. Hikaye de aynen böyle:

Konfüçyus, öğrencilerine ders verirken bunu uygular. Öğrencilerinin meraklı bakışları arasında, elmayı vazonun içinde bıraktıktan sonra der

"Elmayı vazodan çıkarmayı başaran öğrenci, elmayı yiyebilir."

Çocuklardan biri açıkmıştı, ilk o davrandı ve elini vazonun dar ağzından içeri soktu. Elmayı yakaladı, çıkarmaya çalışıyor ama başaramıyordu.  "Elimi çıkaramıyorum!"

Konfüçyus,

"Elmayı sıkı sıkı tutmaktan vazgeçmediğin sürece, elini çıkarman mümkün olmayacaktır,"  dedi.

Konfüçyus daha sonra vazoyu alır ve ters çevirir. Elma avucuna düşer...

Bu tuzağın sadece maymunlarda işe yaradığını zannediyorsanız yanılıyorsunuz. İnsanlarda da işe yarıyor gördüğünüz gibi. Elmayı alma ve yeme konusu da bir metafor. Buradan çıkarmamız gereken ders şudur dostlar

Bazen bir şeyi gerektiğinde bırakabilmek, zor bir iştir. Onu bırakabilmek de bir beceridir.  Eğer bir şeyi zorla tuttuğunuzda, ulaşmak istediğiniz şeyi engellediğini görüyorsanız, o zaman onu özgür bırakmalısınız.  Eğer yanlış bir şey yapıyorsanız, o zaman buna son vermelisiniz. Hepimiz birtakım şeyleri çözmek adına bu yola başvuruyoruz. Oldurmaya çalışıyoruz. Ancak bu bizi tuzağa hapsetmek başka bir işe yaramıyor. O yüzden serbest bırakın, özgürleşin. O zaman istediğimiz bize gelmeye başlayacak.

Şimdi tekrar düşünün Maymun aslında kim?

wisdom


11 Ağustos 2013 Pazar

Ne söylediğinize dikkat edin, çünkü hepsi gerçek oluyor!!

Ne söylediğinize dikkat edin!

Gandhi'nin meşhur bir sözü vardır, çok severim.

''Sözlerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür!''

Kelimelerin çekim gücü yüksektir. Kelimelerimiz inanca, inancımızda hayata dönüşür.

Şu cümlelere bir göz atalım:

Benim kaderim kötü.

Böyle olacağını biliyordum.

Kendime güvenmiyorum.

Doğuştan şanssızım.

Hayat acımasız.

Ekmek aslanın ağzında değil midesinde.

Böyle gelmiş, böyle gider.

Ölsem de kurtulsam.

Artık değişemem, benden geçti.

Ya bana gülerlerse.

Bunları hak edecek ne yaptım?

Bir de şu cümlelere bakalım.

Hayatta hiçbir şey için geç değildir.

Şansımı daima ben yaratırım.

Yaşamak çok güzel.

Her şeyin en iyisine layığım.

Her sorunla kolayca başa çıkarım.

Ben her halimle güçlüyüm.

Hayatımda şükredeceğim o kadar çok şey var ki.

Kendimi çok seviyorum.

Hayatım kontrolüm altında.

Siz hangi cümleleri kullanıyorsunuz?

Kullandığımız cümleler bizi ifade ediyor. Eğer kullandığınız cümleler negatifse nasıl daha iyi bir hayatı çekebilirsiniz. Bu cümleleri kullanıp, mutlu ve başarılı olan kaç kişi tanıyorsunuz? Şu andan itibaren kullandığınız tüm olumsuz kelimeleri, cümleleri hayatınızdan kaldırın ve yerlerine pozitiflerini koyun. Değişimin başladığını hissedeceksiniz.

Bilinçaltı Nasıl Algılar?

Bilinçaltımız düşündüğümüzden farklı çalışır -me ve -ma eklerini tanımaz. Kendinize veya bir başkasına ‘şunu yapma, bunu etme’ demeniz bilinçaltı tarafından tam tersi şekilde algılanır. Yani ‘sakın heyecanlanma’ demek heyecanınızı azaltmak yerine büsbütün arttırır.

Bu yüzden, kullandığınız negatif kelime kalıplarını pozitif olanlarla değiştirin. ‘Sakın heyecanlanma’ yerine ‘lütfen sakin ol’ deyin. İşe yaradığını göreceksiniz.

NLP en basit ifadeyle, sorunlarınızı çözmede ya da istediklerinizi yapmada size yardımcı olabilir.

Mutluluk nedir?

Hepimizin kendine göre bir mutluluk tarifi vardır. Şu olay, bu kişi vs. beni mutlu ediyor deriz genelde. Ancak mutluluk dış uyaranlarla, dış faktörlerle gelişen bir hal değil, özümüzden taşan bir haldir. Koşulsuz, garezsiz sevgi halidir.

Gün içinde kendinizi gözlemleyin. Pozitif durumlar sizi mutlu ederken, negatif şeyler karşısında ne hissediyorsunuz? Ruh haliniz ne kadar dengeli? Yoksa hep uçlarda mı yaşıyorsunuz?

Sürekli mutluluk hali; yani Huzur, şartlara bağlı değildir. Şunlar olursa, şu kişi beni severse mutlu olacağım demek sadece Ego'dur.

10 Ağustos 2013 Cumartesi

wisdom


Sessizliğin Sesi

Ey Lanu*

Zihin gerçeğin büyük katledicisidir.  Lanu, Katlediciyi katletmelidir.”

Kitap okuyanlar bilir. Ne kadar çok kitap okusak da bizim için değerli olan bazı kitaplar vardır. Bu kitaplar sürekli başucumuzda durur ve dönüp dönüp tekrar okuruz. Her okuyuşumuzda daha önce fark etmediğimiz bir detayı fark ederiz. Her okuyuşumuzda daha fazla tat alırız. Canımız sıkıldığında, cevaplar aradığımızda ve ya cevapları hatırlamak istediğimizde bu kitaplar bize yardımcı olur.

Benim içinde öyle olan bir kitabı sizlerle paylaşacağım. Kitabın adı;

Sessizliğin Sesi.

Bu kitap, uzak doğu felsefesi içinde yer alan Tibet Bilgeliğinin dayandığı metinlerden biri olan Altın İlkeler Kitabı‘nın (The Book of the Golden Precepts) bir bölümünü içermektedir.

Bu metinlerin, genellikle, 7500 – 8000 yıllık olduğu kabul edilmektedir. Diğer bazı kaynaklar ise, palmiye yapraklar üzerine yazılarak, korunması için kimyasal işleme tabi tutulan söz konusu belgelerin minimum on bin yıllık geçmişi olduğu kabul etmektedirler. Bu metinler Helena Petrovna Blavatsky* tarafından tercüme edilerek 1889 yılında yayınlanmıştır.


Daha önce bu tarz kitaplar okumadıysanız -ya da tam bir ifadeyle söyleyecek olursak- ve kendi içsel yolculuğunuza henüz başlamadıysanız, Sessizliğin Sesi size son derece anlamsız gelecektir. Bu durumda kitabı bir yana bırakın ve uygun zamanın gelmesini bekleyin derim. Yok, eğer bu yolculuğa başladıysanız Sessizliğin Sesi, her okuduğunuzda size daha fazla tat verecek ve sizi aydınlatacaktır.


Kitap 3 bölümden oluşmakta.
1. Bölüm Sessizliğin Sesi,
2. Bölüm İki Patika,
3. Bölüm Yedi kapı.


1. Bölüm, şöyle başlıyor:
Ey Lanu,

”Zihin gerçeğin büyük katledicisidir. Lanu, Katlediciyi katletmelidir.

Çünkü uyanırken rüyasında gördüğü tüm şeylerin kaybolması gibi kendi şekli de kendisine bir yanılsama olarak göründüğünde, çokları duymayı kestiğinde, sadece o an BİR‘i ayırt edebilir, dış sesi öldüren iç ses.

Fark ediyoruz ki fantazi, varsayım ve önyargılar ile zihnimiz bizi yanılsamalar içine sokuyor. Bunu fark edip zihnimizi susturmaya alıştıktan sonra karşımıza 3 oda çıkacağından bahsediyor. Bu odalar ise;


Cehalet Odası, Öğrenme Odası ve Bilgelik Odası.


Bu odalarla da ilgili şu ifadeler yer alıyor.
Bu oda (Cehalet) “Işığı gördüğün, içinde yaşadığın ve öleceğin odadır.”

Bu odayı geçmek için bizi hayata bağlayan arzuların aklımızı karıştırmasına izin vermemek gerekiyor. Karanlığın içinden bize ait olanı bulmakla ilişkili bir bilinç odası burası.

Buradan geçince Öğrenme Odasına varırız.  Burası “ruhun çiçeklerini bulduğu yer” olarak tarif edilmiştir. Farkında olmadan günlük koşuşturmaca içinde sürüklenen ruhun bir an uyanıp kendi bilincine varmasıyla birlikte yolda olan kişiyi bir öğrenme merakı sarmaya başlar. Fakat bu odadaki “her çiçeğin altında bir yılan çöreklenmiştir”. Yani burada öğrendiği bilgiler konusunda çok dikkatli olunmalıdır. Çünkü entellektüel bilgi eğer hayata geçirilmezse, hiçbir faydası yoktur, üstelik zararlıdır da. Çünkü kişi uygulamadığı bilgiyi “biliyor” sanır.

Üçüncü oda, Bilgelik odasıdır.

“Orada yıkılmaz, her şeyi bilme çeşmesinin kıyısız suları uzanır.”

Bu bilinç durumunda da yapılması gereken şey, bize “hayat vermesi gereken kişiyi aramak” olacaktır. Kişi hocasıyla bu odada yüzleşmelidir. Bu oda artık yanılsamaların kişiyi yanıltamadığı, duyuların zevklerine kapılınmadığı bir bilinç odasıdır.

Bilgelik odasını geçip “Saadet Vadisi” ne varmak için “ Büyük Sapkınlığa karşı duyuları kapatmak” gereklidir. Büyük Sapkınlık burada, önceden de açıkladığımız gibi kendini bütün olandan ayrı hissettiren insan egosunun tuzağına düşmek anlamındadır. Bu tuzak bizi yolun başında denediği gibi, bilge bir kişiyken dahi deniyor. Buradan da anlayabiliriz ki aslında insan egosunun ölmesi insanın kendini bulması adına çok önemli bir faktördür:

“Ebedi hayatın saf suları açık ve berraktır, muson fırtınalarının çamurlu akıntıları buna karışmaz”.

2. Bölüm olan Patika da, yolculuğunuz sırasında rastlayacağınız şeyler ve yüzleşmeniz gereken sınavlar hakkında bilgi verilir.

“Patikaları ara. Fakat yolculuğuna başlamadan önce ey Lanu, temiz kalpli ol. İlk adımı atmadan önce gerçeği yalandan, fani olanı ebedi olandan ayırt etmeyi öğren.”

Bu patika ÖZGÜRLEŞME‘dir. Patikanın sonunda sembolik olarak anlatılan 7 kapının bulunduğu noktaya gelirsiniz. Bunlar da son bölüm olan 7 Kapı da bahsedilmektedir.

‘Ve şimdi bütün bilginin mükemmelleşmesi olan Boddhi ağacının altında dinlen (olgunlaşmayı bekle, hala çarpışan istek ateşleri ve bunlardan ayrılmaya çalışan senin oluşturduğun sükûnet yanlızlığındaki mahsunluk fırınında Yûnus gibi pişecek ve olacaksın…), çünkü bil ki tüm bu şeyler gerçekleşirse sen kendinin Hocasısın (ne ararsan kendinde ara…) ve en mükemmel ruhsal durumda doğacaksın demektir.’

Sessizliğin Sesi kitabı eminim bir çoğunuz için farkındalık yaratacak, yeni ufuklar açacak ve yolunuzu bulmanız için yardımcı olacaktır. Tavsiye edilir!

*Helena Petrovna Blavatsky:Helena Petrovna Blavatsky 19.yyda yaşamış olan büyük bir teozofisttir. Yaşadığı dönemin en bilge kadını olarak nitelendirilir. Kendisi dünyayı, doğuda ve batıda çeşitli ülkelerini ziyaret ederek 7 kez dolaşır. Böylece doğu ve batının bilgeliklerini birleştirir. 44 yaşındayken, 17 Kasım 1875 yılında New York’ta psişik fenomenler ve spiritizm konularında uzman bir avukat olan Albay Henry Steel Olcott ile birlikte Teozofi Cemiyeti’ni kurar. Bu cemiyete başkanlık etmek istemez. Merkezi Hindistan, Adyar olan bu cemiyet seçmeci bir felsefe yoluyla; ezoterik felsefe çalışarak; dinleri, bilimleri, sanatları ve politikaları karşılaştırarak insanlara bilgeliği aktarmayı amaçlar; bir felsefe okulu olarak işlev görür.Madam Blavatsky “Sessizliğin Sesi” ni 1889 yılında tercüme etmiş ve derlemiştir. Himalayalar’daki  Altın Öğütler kitabından derlemedir.  Senzar dilinden çevrilmiştir. Bu dilde orijinal metin 7 renkli alfabe, altmış kutsal harf, 12 astroloji burçtan oluşur.  Sayı ve renklere bağlı olarak özel bir şekilde okunmaktadır. Tibet halkının yaşam koşullarını, oradaki sert iklimi ve hayat mücadelesini nedeniyle sert bir dille talimatlar şeklinde yazılmış ve sembolojik, soyut bir anlatımı olan bir eserdir.Madam Blavatsky, bilgeliğin hiçbir millete has olmadığını, bilgeliğin değişik milletler ve bölgelerde olduğunu, ancak sonuçta kaynağın tek olduğunu söylemiştir.
*Lanu: Mürid

Yararlanılan Kaynaklar :  aktiffelsefe.org

wisdom


wisdom


Zerre Küllün Aynasıdır!

En büyük Hint şairlerinden biri olan Rabindranath Tagore, dedesinin arkadaşı olan yaşlı bir adamdan oldukça rahatsızdı. Bu adam yakında oturduğu için sık sık evlerine gelmekte ve Tagore’un başını ağrıtacak bir şeyler yapmadan da gitmemekteydi. Mutlaka onun odasının kapısını çalıp sorardı, “Şiirlerin nasıl gidiyor? Gerçekten Tanrı’yı tanıyor musun? Aşkın ne olduğunu gerçekten biliyor musun? Söyle bana, şiirlerinde sözettiğin tüm bu şeyleri biliyor musun? Yoksa yalnızca sözcükleri kullanmakta mı ustasın? En aptal adam bile aşktan, Tanrı’dan, ruhtan sözedebilir ama senin gözlerinde bunları gerçekten deneyimlediğine dair bir iz göremiyorum.”

Tagore ona yanıt veremezdi. Aslında haklıydı da adam. Yaşlı adam pazarda rastlaştıklarında onu alıkoyup sorardı, “Tanrına ne oldu? Onu bulabildin mi, yoksa hala hakkında şiirler mi yazıyorsun? Unutma, Tanrı hakkında konuşmak onu bilmek demek değildir.”

İnsanı son derece müşkül durumda bırakan biriydi. Tagore’un büyük saygı gördüğü- Nobel ödülünü kazanmıştı- şair toplantılarında bu adam da mutlaka orada olurdu. Sahnede tüm şair ve Tagore hayranlarından önce adam onun yakasına yapışıp, “Hala gerçekleşmemiş. Bütün bu aptalları niye kandırıyorsun? Onlar küçük aptallar, sen daha büyük bir aptalsın; onlar ülke dışında tanınmıyor, sense tüm dünyada tanınıyorsun ama bu yine de Tanrıyı bildiğin anlamına gelmez.” diyordu.

Tagore günlüğüne şöyle yazmıştı: “Bu adam tarafından öylesine taciz edilmiştim ve öylesine delici bakışları vardı ki ona yalan söylemek imkansızdı. Onun varlığı insanı ya doğruyu söylemeye ya da tamamen sessiz kalmaya zorluyordu.”

Ancak bir gün beklenen gerçekleşti…

Tagore bir sabah yürüyüşüne çıkmıştı. Gece yağmur yağmıştı, saat çok erkendi ve güneş doğuyordu. Okyanus altın rengindeydi ve yolun kenarında toplanan su birikintileri de küçük göller oluşturuyordu. O küçük gölcüklerde de güneş aynı görkem, aynı renk, aynı coşkuyla doğuyordu. Ve yalnızca bunu deneyimlemek, varoluşta hiçbir şeyin diğerinden daha değersiz ya da daha üstün olmadığını, her şeyin bir bütünün parçası olduğunu görmek onun içinde ansızın bir şeyleri tetikledi. Hayatında ilk kez o yaşlı adamın evine gidip, kapıyı çaldı ve adamın gözlerine bakıp, “Şimdi ne diyorsunuz?” diye sordu.

Aldığı yanıt şuydu: “Şimdi söylenecek hiçbir şey yok. Artık gerçekleşmiş, seni kutsuyorum”.